sevdam bir inci

Dolu dolu gözlerimde parladın inci tanem Sevdan bir kor yüreğimde hep yandı inci tanem
Şu yaralı gönlümün dermanıdır sözlerin Dermanısın vuslata hasret olan güllerin
Sevdasısın bugünlerin,yarınların,dünlerin İsmini bu deli gönlüm hep andı inci tanem Sevdanla bu yüreğim hep yandı inci tanem

Hicran ateşiyle hep yansam da için için Şikayetçi değilim çekerim senin için
Nedeni yok bu sevdanın sorulmaz ki ne için Ezelden yazıldı gönlümüze bu sevdan inci tanem

Dolu dolu gözlerimde parladın inci tanem Sevdan bir kor yüreğimde hep yandı inci tanem

29 Ekim 2009 Perşembe

Adı Bende Saklı - Sezen Aksu -




Bölünür sancıyla uykular
Sığınak değil en kuytular
Gökte ay on dört ben dolunay
Son hatıranı sinene say 
Bu kadarına razıyım yar

Uzak diyarlarda evli barklı
Mutluluk en çok onun hakkı
Bu yorgun kırık dökük hikayede
Adı bende saklı

Dalda muhabbette kumrular
Bana ayrılığı sordular
Dedim afet,yangın dedim kar
Dedim adet aşkı vururlar 

Uzak diyarlarda evli barklı
Mutluluk en çok onun hakkı
Bu yorgun kırık dökük hikayede
Adı bende saklı

Acı Var .....

 

Hasretlik canıma yetti yetiyor
Yürekte hasretin,özlem,acı var
Tükenir fitilim yağım bitiyor
Yürekte hasretin,özlem,acı var

Olmazsan olmazım canım gibisin
Ruhuma çerçeve tenim gibisin
Hayalde de olsan yanım gibisin
Yürekte hasretin,özlem,acı var

Onmuyor sensiz onmuyor yaram
Sensiz tüm sevdalar bu cana haram
Tütersin burnumda sen buram buram
Yürekte hasretin,özlem,acı var

Sönüyor ocağım tütmüyor benim
Kavuşmaya gücüm yetmiyor benim
Yinede umudum bitmiyor benim
Yıllarca andığım başım tacı var.


11-05-2007

Ben seni hiç unutmadım ki - 2


Ben seni hiç unutmadım ki
Sen benim yüreğim de saklı
Ben seni hiç unutmadım ki
Sen yüreğimin derinliğin de bir
inci

Okuyorum aşk şiirlerini nice sevgilerden
Sen geliyorsun aklıma
İzliyorum nice aşk filmlerini sevgilerden
Sen geliyorsun aklıma

Artık aşk meşk bu zamanı geride bıraktım
Bıraktım ama hülyaya da hiç yatmadım
Sen den sonra da aşkı hiç öyle tatmadım
Ben seni hiç unutmadım ki

Ara sıra açılırım denize
Sandal, yanımda bir olta birde zoka
Açılırım tek başıma ama
Belki de unutmak isterim mazilerdeki anılarımı tek başıma

Yok, artık zamanı da hiç mi hiç kovalamıyorum şimdi
Ruhum dersen bilmem, bedenim ise çok gizli,
Artık can dostum yüreğimin dili

Biz birbirimizi hiç unutmadık ki
Unutmadık ama bu dostluğumuz tertemiz
Dürüstçe ebedi.......


18-06-2007

Ben Seni Hiç Unutmadım !


Yıllar geçti,ben yoruldum
Dillerde kirlendi adım
Ne uslandım,ne duruldum
Ben seni hiç unutmadım...

Takvim sonunu unuttu
Bülbül kanını unuttu
Düşman kinini unuttu
Ben seni hiç unutmadım...

Çehren gibi baktım aya
Kanadım,toprağa,suya
Dağ-taş düşerken uykuya
Ben seni hiç unutmadım...

Sen,gönlünce bir aşk düşle
Hayata yeniden başla
Sevgim üzerse bağışla
Ben seni hiç unutmadım...


Dinlemedim eşi-dostu
Herkes kızdı,sonra sustu
Bana annem bile küstü
Ben seni hiç unutmadım...

Bir vedayla ölünmezmiş(!)
Bana kız mı bulunmazmiş(!)
Bilmezler,bu garip bir iş
Ben seni hiç unutmadım...

Şu akşamlar yordu beni
Yıldız-yıldız vurdu beni
Hatiralar sardı beni
Ben seni hiç unutmadım...

Biz ayrıldık,ah bu yüzden
Dalgalar koptu denizden
Bir ben kaldim,ikimizden
Ve ben seni unutmadım...

Aslı,nazını unuttu
Kerem,sazını unuttu
Mecnun,sözünü unuttu
Ben seni hiç unutmadım...

Şu göklere yemin olsun
Kızıl kara yemin olsun
Yalan yere yemin olsun
Ben seni hiç unutmadım...

Binbir kere yemin olsun
Ardınsıra yemin olsun
Ben seni hiç unutmadım
Ben seni hiç unutmadım
Ben seni hiç unutmadım...

SENDEN OZUR DILIYORUM



SENDEN OZUR DILIYORUM




Farkında mıydım, yoksa degilmi bilmiyorum,
Bir hatam oldu, af diliyorum.
Sen affetsende, kendimi ben etmeyecegim,
Önünde diz çöküp, özür diliyorum.


Hayallerim, simdi biraz kırık,
Gözlerim nemli, yüregimse buruk.
Yapmamalıydım bunu, insan olan varlık,
Düsüncelerim simdi, inan darmadagınık

Farkındamıydım, yoksa degilmi bilmiyorum,
Bir hatam oldu, af diliyorum.
Sen affetsende,
kendimi  asla etmiyecegim,
Önünde diz çöküp, özür diliyorum.

27 Ekim 2009 Salı

K.KERİM

http://haramainradio.blogspot.com/2008/03/sheikh-abdul-rahman-as-sudais.html

MEHMED EMÎN TOKÂDÎ



İstanbul evliyâsının büyüklerinden. İsmi Mehmed Emin bin Hasan bin Ömer NakkâşTokâdî, lakabı Cemâleddîn, künyesi Ebü`l-Emâne ve Ebû Mansûr`dur. AzizMahmûd Ermevî dervişlerinden bir zâtın oğludur. 1664 (H.1075) târihindeTokat`ta doğdu. 1745 (H.1158) târihinde İstanbul`da vefât etti. Kabr-işerîfi, Unkapanı`na inen cadde ile Zeyrek Yokuşunun kesiştiği tepeüzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisinivesîle ederek, kabri başında yapılan duâ müstecâbdır, makbûldür.Tanıyıp sevenler kabrini ziyâret ederek feyz almakta, murâdlarınakavuşmaktadırlar.

Mehmed Emîn Efendi, ilim tahsîlinememleketinde başlayıp, bir müddet ilim öğrendikten sonra, 1698senesinde İstanbul`a geldi. Şeyhülislâm Mirzâzâde Muhammed Efendidenuzun müddet ders alıp, ilim öğrendi ve çok iyi yetişti. SonraMekke`deAhmed Yekdest Cüryânî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenip,tasavvufda talebe yetiştirebilecek duruma geldi. İkinci Hicaz seferindehadîs âlimlerinden Ahmed Nahlî`den hadîs ilmini öğrenip icâzet aldı.Ayrıca İstanbul`a ilk geldiğinde, ilim tahsili sırasında, hat yâni yazısanatını Yedikuleli hattat Abdullah Efendiden öğrendi. Değişik hatçeşitlerinde mahâret sâhibiydi.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, İstanbul`ailk geldiğinde, birkaç ay Pîrî Paşa Medresesinde ikâmet etti. Bu sıradaBaşrûznâmeci (Günlük gelir ve masrafların defterini tutan, ayniyâtkaydı amiri) Ali Efendi adında bir zâtın oğluna ders vermeye başladı.Ayrıca kendisine Reîs-ül-Küttâb (Hâriciye vekili) makâmının yazıişlerinde kâtiplik vazifesi de verildi. Bu vazifede iken BaşrûznâmeciAli Efendi, kendi evinde bir yer ayırıp, kalması için dâvet etti. Bununüzerine Rûznâmeci Ali Efendinin evinde kalmaya başladı. Hem kaldığı buevde, hem de Şehzâde Câmiinde talebelere ders vermeğe başladı.İstanbul`da bulunan meşhûr âilelere mensûb kimseler de onun derslerinedevâm etti. Ali İzzet Paşa ve Yeğen Muhammed Paşa bunlardandır.Etrâfında çok talebe toplandı. Üstün ve olgun hâllerini görenler, ona;Ârif-i Muhlisi lakabını verdiler.

Kâtiplik vazifesine ve talebelere dersvermeye bir müddet devâm ettikten sonra, Başrûznâmeci Ali Efendinin,1702 senesinde vazifeli olarak Edirne`ye gönderilmesi üzerine, onunlabirlikte Edirne`ye gitti. Orada ileri gelen birçok kimseyle görüşüpsohbet etti. Edirne`de bulundukları sırada, ders vermekte olduğuBaşrûznâmeci Ali Efendinin oğlu vefât etti. Bunun üzerine dersvermekten vazgeçerek, bulunduğu vazifeden de ayrılıp, hacca gitmeğekarar verdi. Karar verdiği günün sabâhı, Edirne`deSaraçhâne yakınındakiçalıştığı dâiresine gitmek üzere evden çıkmıştı. Yolu meşhûr Kâdirîşeyhi ve büyük bir zât olanKasabzâde Muhammed Efendinin dergâhınauğradı. Oraya yaklaşınca, Muhammed Efendinin oğlu Abdülkâdir Efendinin,dergâhın önünde beklediğini gördü. Abdülkâdir Efendi, yanına yaklaşıp;Babam sizi dergâhta bekliyor, buyursun bir kahve içelim diyor. dedi.Bu dâvet üzerine Kasabzâde Muhammed Efendinin yanına gidip elini öptü.O da; Safâ geldiniz Hacı Emîn Efendi. dedi ve elinden tutup odasınagötürdü. Oturup sohbete başladıkları sırada, Mehmed Emîn Efendi;Elhamdülillah bizi hacc-ı şerîf ile müjdelediniz. deyince, MuhammedEfendi; Evet, siz bu gece hacca gitmeye niyet ettiniz biz de tebrikettik. deyip sohbete başladı. Sohbet sırasında Mehmed Emîn Efendiye,fıtraten yüksek bir kâbiliyete sâhib olduğunu ve çok büyük nîmetlerekavuşacağını müjdeledi. Mekke`ye varınca, evliyânın büyüklerindenİmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ma`sûm Fârûkîhazretlerinin yetiştirdiği yedi bin büyük evliyâdan biri olan AhmedYekdest Cüryânî`nin huzûruna gitmesini, kendisinin de selâmını vehürmetlerini arzederek, onun talebesi olmasını tavsiye etti.

Mehmed Emîn Efendi, bu zâtın yanındanayrıldıktan sonra,Başrûznâmeci Ali Efendiye de gidip hacca gideceğinisöyledi.Ali Efendi memnun olup, ona yolda harcaması için bir miktarpara verdi. Mehmed Emîn Efendi, bundan sonra birkaç gün içinde bütündostlarıyla vedâlaşıp, İstanbul`a gitmek üzere yola çıktı. İstanbul`aulaşınca, hacıları götürecek gemiye bindi. On günde Kâhire`ye vardı.Oradan da bir kâfile ile Mekke`ye hareket etti. Mehmed Emîn Efendinin,hayâtının önemli bir safhası, Mekke`ye bu ilk gidişi ile başladı.Çünkü, orada madde ve mânâ ilimlerinde yükselmiş, büyük rehber vezamânının en kıymetli âlimlerinden biri olan Ahmed Yekdest Cüryânî`yitanıyıp, ona talebe oldu.Derslerine ve sohbetine üç yıl devâm edip,kemâle ulaştı. Bu hususta o zâttan icâzet, diploma aldı.

Hayâtında önemli bir dönüm noktası olanbu hocasıyla tanışmasını bizzat kendisi şöyle anlatır: Mekke`yevarınca, ilk gün, Kâbe`yi tavâf ve ziyâretle geçti. Ertesi gün sabahnamazını Harem-i şerîfde (Kâbe`nin yanında) kıldıktan sonra dışarıçıkacağım sırada, Harem-i şerîfin bir köşesinde otuza yakın kimseninbir halka hâlinde oturduklarını gördüm. Niçin böyle halka olmuşlaracabâ, ders için hocalarını mı bekliyorlar diyerek yanlarına yaklaşıpoturdum. Hepsinin başlarını eğip edeble oturduklarını gördüm. Ben deoturup başımı eğerek bekledim. Bir ara başımı kaldırıp baktığımda,halkanın ortasında duran bir zâtı karşımda gördüm. Dikkatle banabakıyordu. Bakışlarından ve heybetinden ürperip başımı eğip gözlerimiyumdum. Bir müddet daha öyle durduktan sonra yine dikkatle banabaktığını gördüm. Sonra o zât ellerini kaldırıp duâ etti. Duâdan sonraFâtiha okundu ve herkes kalkıp dağılmağa başladı. Ben de kalkıpgiderken o mübârek zât bana yaklaştı, yanıma gelip selâm verdi ve; Hoşgeldin Emîn Efendi. dedi. Hâlimi hatırımı sordu. Sonra beni yanınaalıp, Harem-i şerîfin yakınında bulunan evine götürdü. İçeri giripoturduktan biraz sonra hizmetçisi sofrayı kurdu. Sofrada sıcak birekmek ve fincan içinde içecek bir şey vardı. O mübârek zât elleriniekmeğe uzatınca, bir elinin bileğinden kesik olduğunu gördüm. HemenEdirne`deki Şeyh Muhammed Efendinin tavsiyesi aklıma geldi vebahsettiğinin bu mübârek zât olduğunu anladım. Fakat o anda selâmınısöylemeyi unutmuşum. Yemekten sonra yolculuğumdan, geçip geldiğimyerlerden sorup cevap aldıktan sonra; Edirne`de size emânet edilenşeyi unuttunuz buyurdu. Hemen Edirne`deki Muhammed Efendinin selâmınıhatırladım ve söyledim. O da muhabbet ve sürûr içinde selâmı aldı.Artık beni talebeliğe kabûl edip, ders vermeye başladı ve Allahüteâlânın ismini zikretmemi söyledi. Sonra da şu beyti okudu:

Otuz kırk yıl geçince eylemiş tahkîkHâkânî
Ki bir dem Hakkı zikretmek değermülk-i Süleymânı.

Bundan sonra dille anlatılmaz hâllere venîmetlere kavuştum. Fârisî bildiğim için, ekseriyetle Fârisîkelimelerle konuşurdu. Benden iki sene önce huzûruna gelen Tatar AhmedEfendi adında bir zât ona hizmet etmekteydi. Ben huzûruna kavuşunca,Tatar Ahmed Efendiyi Medîne`de bulunan ve orada insanlara rehberlikyapan talebesi Abdürrahîm Buhârî`nin hizmetine gönderdi. Sonra benimİstanbul`a döneceğim sırada, Tatar Ahmed Efendiyi tekrar Mekke`yeçağırıp, icâzet verip, Anadolu`ya insanları irşâd için gönderdi.

1702 senesi hac mevsiminden, 1705 senesihac mevsimine kadar, üç sene, Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerininhizmetinde, derslerinde ve sohbetlerinde bulundum. Nihâyet 1705senesinde hacıların dönmesi sırasında, hocamın izni üzerine İstanbul`adöndüm. (Bkz. Ahmed Yekdest Cüryânî)

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, hocasıAhmed Yekdest hazretlerinin sohbetlerinde yetişip, tasavvufda yüksekderecelere ulaştıktan sonra İstanbul`a dönünce, hocasınıntalebelerinden Muhammed Kumul Efendinin evine yerleşti ve İstanbul`dabeş sene daha kaldı. Bu sırada Nakşibendî, Kâdirî, Şâzilî, Şettârîyollarında yetişmiş bulunuyordu. İstanbul`da kaldığı bu beş senemüddetince Şehzâde Câmiinde ve Sultan Mahmûd Câmiinde talebelere dersverdi. Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Kumul Efendi,Mevlânâ Hâce Ziyâüddîn, Halvetî büyüklerinden Mevlânâ Şeyh Îsâ-yı Mahvîve Sünbüliyye meşhûrlarından Seyyid Nûreddîn Sünbülî ile sohbet etti.Sonra Muhammed Kumul Efendi ile önce Habeş eyâletine sonra Kudüs`egitti. Oradan da Mekke ve Medîne`ye gitti. Bu esnâda hocası Ahmed-iYekdest hazretleri vefât etmiş ve dört sene geçmiş idi.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri altı senesüren bu seferi esnâsında, Kudüs`te Ahmed Nahlî`den hadîs ilmindeicâzet aldı. Medîne-i münevverede Abdürrahîm Buharî ve Beşîr Ağa ilesohbetlerde bulundu. Ayrıca Şeyh Ahmed el-Benâî Dimyâtî`den, MevlânâHüseyin Alemî er-Rufâî`den de hadîs rivâyeti icâzeti aldı. Remleşehrinde Kutbülebdâl Şeyh Cumâ hazretleri ile de sohbette bulundu. 1717senesinde Hicaz`dan İstanbul`a döndü. İstanbul`a dönünce, MuhammedKumul Efendinin evinde üç sene daha ikâmet etti. Bundan sonra MuhammedKumul Efendinin vefâtı üzerine Filyokuşu`nda bir ev kirâladı ve evleniporada oturdu. İlim ve mârifet yaymaya devâm etti. Bir ara Ebû Eyyûb-iEnsârî hazretlerinin türbesinde türbedârlık yaptı. Bu sırada âlim,fâdıl ve sâlih zâtlar onun sohbetine koştular. Bundan sonra daPeygamber efendimizin türbesinde, Ravda-i mutahherada hizmet etmevazifesi verildi. Bu vazifeye tâyin edilince, kavuştuğu nîmeteşükrederek; İki cihan sultânının türbesinde bekçi ve hizmetçi oldun.O`nun yüksek kapısının süpürgecisini, Mevlâ mahrûm eylemez, zararauğratmaz. Cihânın sultânı olan Resûlullah`ın hizmetçisini kimseincitmez. Ey Emîn (sana müjdeler olsun)! Resûlullah efendimizinkapısında zâhiren ve bâtınen hizmetçi olmakla şereflendin. mânâsındada bir şiir söyledi.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin talebesiSeyyid Yahyâ Efendiden naklen, talebesi Seyyid Hasîb Efendi anlatır:Bursa`da bulunan Şeyh İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, vefâtına yakınbir zamanda, talebelerinden; İvaz Mehmed Paşayı, Yeğen Mehmed Paşayı veel-Hâc Ahmed Paşayı Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine gönderip,tasavvufta yetiştirilmesini ricâ etmişti. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleribu ricâyı kabûl edip, gönderdiği bu üç talebeyle ilgilendi. BunlardanYeğenMehmed Paşa, çeşitli vazîfelerde bulunduktan sonra, 1737 senesindeNemçe (Avusturya) seferini yapmakla görevlendirildi. Yeğen Mehmed Paşabu sırada Sultan Birinci Mahmûd Hânın vezîr-i âzamı idi.

Yeğen Mehmed Paşa, İstanbul`dan hareketetmeden önce, Aksaray civârında oturmakta olan kızının evini MehmedEmînTokâdî hazretlerine tahsis edip, oraya dâvet etti. Mehmed Emîn Tokâdîde kabûl edip, orayı teşrif etti. Burada ikâmet ettiği sırada YeğenMehmed Paşa sık sık ziyâretine gidip, sohbetinde bulunurdu. Huzûrunagirerken pâdişâhın huzûruna girer gibi edeb ve hürmet gösterirdi.Mehmed Emîn Efendi, ona latîfe yollu takılırdı. Fakat o dâimâ edeb vehürmetle huzûrunda dururdu. Yeğen Mehmed Paşa, çıkacağı Avusturyaseferi ile ilgili yaptığı hazırlıkları anlatıp duâ istedi.Mehmed EmînEfendi de, gözyaşı dökerek zafere kavuşması için duâ etti.

Yeğen Mehmed Paşa, sefer devâm ettiğimüddetçe, Mehmed Emîn Efendinin, tahsis ettiği evde ikâmet etmesiniarzu ediyordu. Sefer için ordunun hazırlanıp, Dâvûd Paşa semtinehareket edeceği sırada, tekrar ziyâretine gelmişti. Mehmed Emîn Efendi,sefer başlayınca kendi evine döneceğini söyledi. Bunun üzerine YeğenMehmed Paşa pek ziyâde üzülüp, tahsis ettiği bu evde kalmasını ve seferboyunca duâ etmesini, böylece zafere kavuşacağını çok ümid ettiğinisöyledi. Hattâ, tahsis ettiği bu evden ayrıldıklarını duyduğu yerde,vazifesinden istifâ edip, seferden de vazgeçeceğini söyledi. Bununüzerine Mehmed Emîn Efendi, Vezîr-i âzam Yeğen Mehmed Paşayı kucaklayıpbağrına bastı. Bir müddet böylece tuttu. Sonra ağlayarak zaferkazanmaları için duâ etti. Fâtiha-i şerîfe okudu. Bundan sonra birazdaha sohbet ettiler. Sohbet sırasında yeğen Mehmed Paşaya; Bizi evedâvet edip getirmeni sana kim tavsiye etti? dedi. O da; İşlerinçokluğu sebebiyle benim hatırıma böyle bir şey gelmemişti. FakatDârüsseâde ağası (İstanbul vâlisi) Beşîr Ağa birâderiniz hatırlattı.dedi. Yeğen Mehmed Paşa, çok sevdiği hocası Mehmed Emîn Efendininduâsını alarak, Avusturya seferine çıkmak üzere evden ayrıldı.

Osmanlı ordusu, Vezîr-i âzam Yeğen MehmedPaşa komutasında Avusturya seferine çıktıktan sonra, Mehmed EmînEfendi, ordunun zafere ulaşması için çok duâ etti. Hattâ geceleriuyumayıp zafer için duâ edip yalvardı. Bu hâl yirmi günden fazla devâmetti. Bu sebeple tedâviye ihtiyâç duyacak derecede rahatsızlandı.Talebesi Seyyid Yahyâ diyor ki: Bir sabah huzûruna gittiğimde,hastalanmış gördüm. Benden ilâç istedi, temin ettim. İlâcı kullandı.Sonra berâberce, talebelerinden Kafesdâr Abdülbâkî Efendinin evinegittik. Bu talebesi, Mehmed Emîn Efendinin neşeli hâlini görünce bana;Hamdolsun İslâm askeri mansur ve muzaffer olmuştur. İnşâallah birkaçgüne kadar fütûhât haberi gelir! dedi. Sonra dostlara ziyâfet vesadakalar verdi. Dört gün sonra Tatarlar, Ada kalesinin İslâm ordusutarafından fethedildiği haberini getirdiler. Bundan sonra, İslâm askeriİstanbul`a geldi. Herkes birbirinin gazâsını tebrik etti. Yeğen MehmedPaşa, Mehmed Emîn Efendinin ziyâretine geldi, ağlayarak mübârekayaklarına kapandı. Her ikisi de bir müddet ağladılar. Paşa, Efendininâdetini bildiğinden, seferde olanları anlattı. Koynundan iki atlas kesealtın çıkarıp, seferde iken fakirlere vermek üzere adadığını bildirdive fakirlere dağıtmalarını ricâ etti. Mehmed Emîn Efendi de onların buadağını övdü ve netîce verdiğini bildirdi. Kendilerinin halleri vemeşgûl olmaları dolayısı ile, bunu bizzat kendisinin dağıtmalarınındaha çabuk ve kolay olacağını söyledi. Haftada iki gün tebdîl-ikıyâfetle (kıyâfet değiştirerek) çık. Her çıktığında cebini doldur.Yedikule civârından başla. Orada çok fakir evi vardır. Kapılarını çal.Kim çıkarsa saymadan eline ne gelirse ver. Ve böyle kapı çalarak devâmet. İnşâallah iki haftada dağıtırsın. Şimdi biz versek, hâlimizcevermemiz îcâb eder. Geç verilir. Çok versek halk alışır. Hep umarlar.Böyle hareket bize yakışmaz buyurarak, keseleri zorla yine Paşayaverdi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri birkaç gün sonra kendi evinedöndü.

Hattat Muhammed Râsim Efendi anlatır;Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâgördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurulmuştu. Bir tepe üzerindede sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etrafında ise büyük birkalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; Bu ordununkumandanı kimdir? diye sordum. O da; Âhir zaman Peygamberi Muhammedaleyhisselâmdır. dedi. Cehennem`e götürülecek bâzı kimseler bu büyükçadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehennem`den kurtuluyordu.Yine birisine; Peygamber efendimiz nerede bulunuyor? diye sorduğumda;Tepedeki büyük çadırda dedi.Hemen çadırın yanına koştum. Çadırınkapısına vardığımda, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini çadırın kapısındagördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içine götürüp, getiriyordu. Çokşaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleribağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. Bu kimdir?diye sorduğumda, Sultan Ahmed`dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp,MehmedEmîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırıniçine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu.Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; Şefâat buyurulupaffolundun, müjde olsun! diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslübir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, sultânı tâzim vehürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerintebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.

Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi güntalebelere hat dersi veriyordum. MehmedEmîn Efendi bâzı günler teşrifederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp eliniöptüm. Bu sırada bana; HocaEfendi, akşamki seyrâna ne dersin?buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım.Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; Ben hayatta iken bugibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâgöstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur. buyurdu.Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzelvasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe naklederoldum.

Seyyid Yahyâ Efendi şöyle anlatmıştır:SultanBâyezîd Hân Câmi-i şerîfi avlusunda, oyma ustalarındanKefelizâde İbrâhim Halebî adında bir zâtın dükkanında, ilim-irfânsâhibi, kıymetli zâtlar toplanıp sohbet ederlerdi. Arasıra Mehmed EmînEfendi de öğle namazından sonra o dükkanı teşrif eder, dostları ile çokkıymetli sohbeti olurdu. Bir gün yine böyle hoş bir sohbet sırasındamedhedilen iyi vasıflı bir kâdı (hâkim) o dükkana geldi. Kâdıasker, bukâdıya, bir meseleden dolayı dargın olduğu için, bir makâma tâyinedilmesi gerektiği hâlde ona; Ben kâdıasker olduğum müddetçe, sanakadılık vazifesi vermem! diyerek yemin ettiğini ağlayarak anlattı.Dükkanda bulunanlar bu hâdiseye çok üzüldü. Mehmed Emîn Efendi, yarımsaat kadar başını eğip, gözleri kapalı bir vaziyette murâkabeye daldı.Sonra hakîkati gören gözlerini açıp, yardım talebi için gelen kâdıyaverilmek üzere, dükkan sâhibi olan oyma ustası Kefelizâde İbrâhimHalebî`ye bir duâ târif edip yazmasını söyledi. O da yazdı. Bunu alıpmağdur kâdıya verdi. Üzerinde taşımasını söyledi. Sonra; Doğrucakâdıasker efendiye git! buyurup, kâdıyı gönderdi. İki-üç saat sonrakadı, sevinçle o dükkana tekrar geldi. Mehmed Emîn Efendiye büyük birhürmetle memnûniyetle durumunu arzetti. Kendisine ne yaptığı sorulunca;Kâdıaskerin makâmına girdim. Beni görünce birdenbire değişiverdi.Feryâd ederek; Kâtibi çağırın. dedi. Kâtip gelince; Aman bir bak! Bukâdı efendinin tâyin edilmesi için münâsib bir yer var mı? dedi.Kâtip, kayıtları kontrol ettikten sonra; Bir yer var ama şimdilikdolu. dedi. Kâdıasker, kâtibe; Olsun, hemen tâyin edelim, benim şuanda çektiğim sıkıntıyı ve tutulduğum ağırlığı bilmezsin! dedi.Böylece tâyinim derhal yapıldı. diye anlattı. Mehmed Emîn Efendiyazdırıp verdiği duâyı o kâdıdan geri alıp, Kefelizâde İbrâhimHalebî`ye vererek silmesini söyledi. O da alıp sildi. Kefelizâdeİbrâhim Halebî şöyle demiştir: Ben bu hâdiseden sonraMehmed EmînEfendinin târif ettiği duâyı tekrar yazmak için belki bin defâ denedim.Bir türlü yazamadım. Sonunda o hâdisenin Mehmed Emîn Efendininkerâmetlerinden olduğunu anladım.

Yine o anlatır; Mehmed Emîn Efendininher ay on beş kuruşluk geliri vardı. Bunu alıp her ay huzûrunagetirirdim. Koynunda bezden bir kese vardı. Keseyi çıkarmadan ağzınıaçar, ben de parayı içine kordum. Bundan başka o keseye hiç parakonmadığı hâlde her ay o keseden iki-üç yüz kuruştan fazla parasarfeder, fakirlere saymadan sadaka dağıtırdı. Ben buna defâlarca şâhidolmuştum. Hattâ bir gün kese eskidi değiştirelim buyurup, keseyiçıkarıp bana verdi. İçinde yedi-sekiz kuruş kadar para vardı. Bunlarıyeni bir keseye koyup verdim. Eski kesenin içine de beş kuruş koyupbana verdi. Ay başına on beş-yirmi gün vardı. O ayda koynundaki kesedenyüz elli kuruş para sarfolundu. Ben buna hayret ederdim.Arkadaşlarımızdan da çoğu bunu bildikleri hâlde, aslâ kendisinesoramazdık ve ifşâ etmezdik...

Mehmed Emîn Efendi, hâl ve şânlarınıhalktan son derece gizler, talebelerini de bu tarzda yetiştirirdi.Ömrünün sonlarında arkadaşları merhum Tatar Ahmed Efendi, 1743senesinde vefât edince, fetvâ makâmında bulunan eski şeyhülislâm SeyyidMustafa Efendi, Tatar Ahmed Efendiden boşalan dergâha, Mehmed EmînEfendiyi tâyin ettirdiler. Berât-ı şerîfi de, kendi mektupçularıHamzazâde Abdullah Efendi ile gönderdiler. Bunun üzerine Mehmed EmînEfendi, büyük bir kırgınlık ile doğru şeyhülislâm efendinin huzûrunagidip; Sultânım, mâlûmunuz ben meşîhat erbâbından değilim. İnâyetbuyurun, şeyhlere âit alâmetlerden ne nişânım varsa, müstehak olmadığımhâlde tevcih etmişlerdir. Boşalan bir medrese varsa beni oraya müderristâyin etmeyi ihsân buyurunuz. gibi özür beyân ederek, o dergâha gitmekistemedi ise de, şeyhülislâm; Emîn Efendi kardeşim, biz sizi bilirizve pîrdaşımızsınız. Ömürlerimiz sonuna yaklaştı, hâlinizigizliyorsunuz. Mızrak çuvala sığmaz, gizlenme konağını geçeli otuz yıloldu. Fayda yoktur, tevcih (tâyin) pâdişâhındır. Kabûl etmemiz lâzım.Kabûl etmemek, ülu`l-emre itâat etmemek demek olur. deyince; Efendim;evimde oturmak şartıyla kabûl ederim. Böylece müsâade buyurulur iseemir sizindir. diye berâtı kabûl etti. Sonra ağlayarak şeyhülislâmlavedâlaştı. Gerçekten tekkeye taşınmayıp evlerinde kaldılar.

Mehmed Emîn Efendi, Resûlullahefendimizin mihmândârı Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbesindetürbedâr olarak vazife almıştı. Fakat ziyâretçilerin hallerinibeğenmeyip, birkaç ay sonra bu vazifeden ayrıldı.

Bir defâ Kâbe`de Rükn-i Yemânî`deyaslanmışken, bir kerre Mısır`da ve bir kerre deİstanbul`da FâtihCâmiicivârında Hızır aleyhisselâm ile görüşmüştür. Yüzüğünde Emîn-i sırr-ıHak ârif Muhammed yazılıydı.

Sultan Birinci Mahmûd Hanın İran üzerineordu gönderdiği sırada, Mehmed Emin Tokâdî hazretleri bir sabah vaktitalebelerinden İshakzâde Yahyâ Efendinin evine gitti. Mübârek gözleriâdetâ kan çanağına dönmüştü. Benim için bir oda ayırınız! dedi. Sonrakendisi için ayrılan odaya girip, orada tefekküre, murâkabeye başladı.O gün ikindi namazı vaktinde abdest ve namaz için dışarı çıktı.Talebesi; Bir mikdâr yemek yeseniz münâsib olurdu efendim. deyince;Yok Yahyâ Efendi. Ben senden yemek isteyecek vakti bilirim. buyurup,tekrar odasına girdi. Ertesi gün ikindi vaktine doğru neşeli bir haldedışarı çıkıp; Elhamdülillah! Allahü teâlâ duâlarımı kabûl buyurdu. Şuanda Mahmûd Han zafere ulaştı. Sultan Mahmûd`dan çok ikrâm gördüm.Şimdi de ona duâ ederek zafere ulaşmasına vesîle olduk. Böylece hakkınıödedik. Bu günü bu saati bir yere yazınız. buyurdu.

Daha sonra Sultan Mahmûd`un zafereulaştığı haberi geldi. Tam Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin zafereulaştığını müjdelediği gün ve saate rastlıyordu.

Sultan Bâyezîd hamamında tellaklık yapanbir Arnavud, bâzı töhmetler sebebiyle terbiye edilmesi için Ağakapısında bulunuyordu. Bu Arnavud, Mehmed Emîn Efendiye düşman olup,suikast yapmak için gece gündüz tâkib ediyordu. Yine bir gün bumaksatla pazarda dolaşırken, Mehmed Emîn Efendiye bir köşe başındarastladı. Arkasından yavaş yavaş yaklaşıp benden haberi yoktur diyerek,belindeki kocaman bir bıçağı eline alıp arkadan vurmak için kaldırdı.Bu sırada Mehmed Emîn Efendi; VurmaArnavud! dedi. Kendisini hiçgörmediği ve arkaya dönmediği halde böyle söylemesi Arnavud`u şaşkınaçevirdi ve Arnavud titremeye başladı. Olduğu yerde dona kaldı. Birazgittikten sonra toparlanıp beni nasıl olsa görmedi diyerek tekrarpeşinden tâkib edip, yaklaştı. Elindeki bıçağı arkadan vurmak içinkaldırdı. Yine; Dur Arnavud! deyip onu uyarınca, korkup vurmaktanvazgeçti. Mehmed Emîn Efendi hiç arkasına bakmadan yoluna devâm etti.Ancak Arnavud vazgeçmeyip üçüncü defâ peşinden yaklaştı. Ne olacakvurma dese de dinlemeyip vururum. dedi. Yine bıçağı kaldırıp vurmakistedi. Bu sırada Mehmed Emîn Efendi hiç arkasına dönmeden işin farkınavarıp; Arnavud elin öylece kalsın! dedi. Bunun üzerine Arnavud`un elibaşı üstünde havada dona kaldı. Hiç kıpırdatamıyordu. Kolunuoynatamadığını gören Arnavud, korkuya ve dehşete kapılıp; Amanefendim! Affeyleyin. diyerek feryâda başladı. Bunun üzerine MehmedEmînEfendi; Bak bre habîs, nedir bu senin ettiğin! Bizi görmez mizannedersin? Bak şimdi ne hâle düştün? dedi. Arnavud; Aman efendim!Bir daha böyle işler yapmayayım. deyince; Koy bıçağını beline. dedi.Arnavud bıçağı beline koyup Mehmed Emîn Efendinin ayaklarına kapandı.Bundan sonra günahlarına tövbe edip, Mehmed Emîn Efendinin sohbetlerinedevâm etti. Zamanla makbul talebelerinden oldu.

Seyyid Yahyâ Efendi şöyle anlatır: Babamyeniçeriler ocağına mensûb olduğundan, Mora yarımadasının fethi târihiolan 1715`te kapıkulu talebelerine katıldım. Sonra da İslâm askerininBelgrad`dan dönüşünde İstanbul`da kâtiplik vazifesi yapmama izinvermeleri üzerine, sabah hocam Mehmed Emîn Efendinin huzûrundanayrılıp, Ağakapısı`na gidip, ikindiden sonra dönüyordum. Bu hâl üzeredevâm etmekteyken, 1745 senesi Recep ayında hocam Mehmed Emîn Efendiningöğsünde küçük bir sivilce çıkıp, rahatsızlanmasına sebep oldu. Bununüzerine bizim evi teşrîf edip, bir hafta müddetle dostlarımızla kaldı.Göğsünde çıkan sivilceye bâzı merhemler sürerek tedâvi etmeye çalıştık.Fakat gün geçtikce ağırlaştı. Sonra kendi evlerine döndüğünde, birsivilce de omuzlarında çıktı. Tabibleri getirip gösterdiğimizde, osivilcenin şirpençe olduğu anlaşıldı. İhtimamla, dikkatle tedâvi etmeyebaşladık. Aradan kırk elli gün geçti. Fakat bir türlü iyileşme alâmetigöremedik. Nihâyet bu hâlde iken vefât etti.

Vefâtını işiten büyük zâtlar toplandı.Mehmed Emîn Efendinin talebesi olanBaklalıCâmii imâmı el-Hâc MuhammedEfendi o gece bir rüyâ gördü. Mehmed Emîn Efendi, ona rüyâsında; Yarıngel, benim cenâzemi yıka! buyurduğundan, sabahleyin hocalarının evinegelip durumu gördü ve rüyâsını anlattı. Himmetzâde merhûm AbdüssamedEfendinin dâmâdı Ordu şeyhi Abdülhalîm Efendi, cenâzesini yıkamak içingelmişti. Baklalı Câmii imâmı Muhammed Efendi bu vazifenin kendisineverildiğini söyleyince, Abdülhalîm Efendi gasl işini bırakıp su dökmehizmetini yaptı. Abdülhalîm Efendi ile, el-Hâc Muhammed Efendicenâzesini yıkayıp kefenlediler. Sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân Câmiindecenâze namazı kılınıp, evinin yakınında Pîrî Paşa Medresesi önündekikabristana defnedildi.

Mehmed Emîn Efendi, İstanbul`a ilkgeldiğinde bir ay Pîrî Paşa Medresesinde kalmıştı ve orayı sevmişti. Nezaman bu medresenin önündeki mezârlığın yanından geçse durup, oradamedfûn bulunanların rûhuna Fâtiha-i şerîfe okurdu. Yanındakilere de;Burada her zaman böyle duâ ediniz. derdi. Vefât edince kendisi deoraya defnedildi.

Mehmed Emîn Efendinin alnı açık ve nûrlu,kaşları yay gibi ve araları açık, gözleri iri, parlak ve elâ idi. Burnudüzgün ve doğru, yanakları ne etli ne de zayıftı. Bıyıkları ile kaşlarıaynıydı. Sakalı yuvarlak ve beyazdı. Uzuvları düzgün, yürüyüşüResûlullah efendimizin sünnetine uygundu. Konuşması tatlı ve tesirli,sesi gür olup, Dâvûdî idi. Şefkati çok, yetişmiş ve yetiştiren büyükbir mürşid-i kâmildi. Son derece mütevâzi davranır ve hâllerini dâimâgizlerdi. Talebeleri ile yakından ilgilenir, müşkillerini çözüp,tesellî ve ferahlık verirdi. Meclisinde herkesin anlayışına görekonuşur, her ilmin, her fennin hakîkat ve inceliklerinden debahsederdi. Kıymetli tefsir kitaplarından söz açınca, kitaba bakmadanibâreyi aynen okurdu. Buhârî ve Müslim kitaplarındakihadîs-i şerîfleri de böylece ezberden okurdu.

İbâdet ve tâatlarını son derece gizlemeğeçalışır, giyinişinde, kıyâfetinde husûsî bir elbise veya kıyâfetgiymeyip, bu hususta halkın giydiklerini tercih ederdi.

Kendisinden nasihat isteyenlere dâimâ;Önce şunu iyi bilmelidir: Müminlere önce lâzım olan, Ehl-i sünnet vecemâat âlimlerinin bildirdikleri şekilde îtikâd etmektir. Çünkü doğruîtikâd, herkes için temeldir. Temel olmayınca binâ olmaz. Doğru îtikadher şeyden önce geldiği için, önce onu söylüyoruz. Ehl-i sünnet vecemâat; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn efendilerimiz, müctehidimâmlar ve kıyâmete kadar onlara tam olarak tâbi olanlardır. buyurdu.

Her sene vasiyetini yazmak âdeti idi.Vasiyeti şöyledir:

Allahü teâlâya hamd, kendisinden sonrapeygamber gelmeyecek olan şefâatçımız Muhammed sallallahü aleyhi veselleme, âline (akrabâlarına), Eshâbına (arkadaşlarına), bütün nebî veresûllere salât, hayır duâlar olsun. Allahü teâlâdan günahlarımınaffını ve beni bağışlamasını dilerim. Allah`ım! Beni bağışla. Âmentübillahi ve melâiketihi ve kütübihi ve rusûlihi velyevmilâhiri vebilkaderi hayrihi ve şerrihi minellahi teâlâ ve`lba`sü ba`delmevtEşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh(Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiretgününe, kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna, öldükten sonradirilmeye, inandım. Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâhyoktur. Muhammed aleyhisselâm O`nun kulu ve resûlüdür.) Bu şehâdet(îmân) üzere yaşarız, bunun üzerine ölürüz ve bunun üzerine diriliriz,inşâallah. Allahü teâlâdan Rab olarak, İslâmiyetten din olarak,Muhammed aleyhisselâmdan Peygamber olarak, Kur`ân-ı kerîmden imamolarak, Kâbe`den kıble olarak, namaz, oruç, hac, zekât ve Kelime-işehâdetten farîza (farz, emir, vazife) olarak, müminlerden kardeşolarak, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn ve AliMurtezâ`dan imâmlar rehberler olarak râzı oldum. (Onları bu şekildebeğendim ve kabûl ettim). Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.

Allahü teâlâ günahlarımızın şefâatçısıMuhammed sallallahü aleyhi ve selleme, O`nun temiz âline ve eshâbına,bütün nebîlere ve resûllere (peygamberlere), onların âl (akrabâ) veeshâbına (arkadaşlarına) salât, hayır duâlar olsun. Allahü teâlâ,Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin bütün eshâbından,dört müctehid imâmdan, şehîdlerden, sâlihlerden, evliyâdan, takvâsâhiplerinden, zikredenlerden, büyüklerimizden ve bütün bu yoldabulunanlardan râzı olsun.

Bu hakîr, günahkâr, aslen Tokat`tadoğdum. Elli seneye yakın İstanbul`da yerleşmiş bulunmaktayım. Îtikâddamezhebim, Ehl-i sünnet vel cemâat olan Ebû Mansur Mâturidî`ninmezhebidir. Amelde mezhebim, İmâm-ı A`zam Ebû Hanîfe hazretlerininmezhebidir. Meşhûr, bilinen ismim Muhammed Emîn, künyem Ebü`l-Mansûr,Ebü`l-Eman`dır. Babam Tokat sâkinlerinden Hasan bin Ömer`dir.Sevdiklerime ve dostlarıma vasiyetim şudur: Bu kusurlu kuluhatırlarından çıkarmayıp, Kur`ân-ı kerîm okuyup, rûhuma hediyeden,hayır duâdan unutmayalar. Malımın en temizinden, helâlinden yüz kuruşutechîz ve tekfinime ve yirmi iki kuruş iskatıma sarf edeler.

Vârislerime, ehlime (âileme) vasiyetimşudur: Dostların sözlerine râzı olup, mahkemeye gitmeyeler. Birbirinerızâ gösterip, mücâdele ve muhâsama itmeyeler (çekişmeyeler). Herkesbiliyor ki, dünyâ fâni, âhiret bâkîdir. Allahü teâlâyı zikre, anıp,hatırlamaya çok gayret edip, çalışalar. Çünkü, bütün saâdetlerin başıbudur. Herkese gönül hoşluğu ile kıyâmete kadar hakkımı helâl ettim.Kimsede hakkım yoktur. Mürüvvet ve insanlık, kerem, cömertlik, asâletve yardım odur ki, tanıyan ve tanımayan dostlar ve başkaları dahiâhiret hakkını helâl ve hayır duâdan unutmayıp, hayır ile iyilikleşehâdet edeler. Vesselâm.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin; Arapça,Türkçe ve Farsça eserleri vardır. Eserlerinden bir kısmı şunlardır: 1)İrşâd-üs-Sâlikîn, 2) Risâlet-ül-Etvâr, 3) Şerh-ı Kasîde-i Askalânî, 4)Tuhfet-üt-Tullâb, 5) Hulâsa-ı Tarîkat, 6) Risâle-i Rûhiyye, 7)Sıyânet-i Dervîşân fî Bahsi Deverân-ı Sûfiyyân, 8) Suâl-Cevâb, 9)Metâli` ul-Meserrât Tercümesi, 10) İbn-i Hacer Askalânî`nin,Savâ`ik-ı Muhrika adlı eserinin tercümesi. 11) İmâm-ıGazâlî hazretlerinin Risâle-i Emânet Tercümesi, 12) Risâle-i Sülûk,13) Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin; Ân hayâlâtî ki dâm-ıevliyâest mısra`ı ile başlayan beytini de şerh etmiş,açıklamıştır.

SÖZ GERİ DÖNMEZ

Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerininİstanbul`da insanları irşâd ile meşgûl olduğu ve insanlara Allahüteâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretip saâdete ermeleri içinrehberlik yaptığı sıralarda İstanbul`da Antepli ismiyle meşhur bir vâzhocası vardı. Bu kimse çok inatçı olup, Mehmed Emîn Tokâdîhazretlerinin büyüklüğüne, evliyâ ve mürşid-i kâmil olduğuna inanmaz vekonuştuğu meclislerde uygunsuz sözler söylerdi. Bir gün bu hoca,Unkapanı`nda bir çeşmede yüzünü yıkıyordu. Mehmed Emîn Tokâdîhazretleri de oradan geçiyordu. Antepli vâizin yakınlarından biri;İşte bu gelen, Tokâdî Emîn Efendidir! diyerek gösterdi. Antebli vâizalaylı bir tavırla ona baktı ve birşeyler söyledi. Mehmed Emîn Efendiyanlarına gelip selâm verdi. Bu sırada Antebli hoca başını kaldırıp;Bak Şeyh Efendi, benim gözlerim ağrıyor. Bana bir nefes eyle degözlerimin ağrısı geçsin. diyerek alay etti. Bunun üzerine Mehmed EmînEfendi; Kör ol! dedi ve oradan geçip gitti. Antepli hocanın gözleriyavaş yavaş kapanmaya başladı. Mehmed Emîn Efendinin talebelerindenbâzıları Antepli hocanın yanına yaklaşıp; Sen hocamıza karşıedepsizlik yaparak alay ettin! O da sana nefes etti. Sen artık körolursun bunu bilesin. dediler. Antepli hoca yaptığı edepsizliğinfarkına varıp Mehmed Emîn Efendinin evini öğrenip huzûruna gitti.Ayaklarına kapanıp; Aman efendim kusurumu affedin. diye yalvardı. Buyalvarması üzerine; Hayır söz geri dönmez! Sonra yerine gözümüzünbirini vermek gerekir. buyurdu. Antepli hoca bu sözleri işitince, okadar çok yalvarıp özür diledi ki, Mehmed Emîn Efendi; Hoş! Şimdi hiçolmazsa bâri bir nebzecik. dedi. Bundan sonra Antepli hoca on altı aydevamlı göz ağrısı çekti. Daha sonra Mehmed Emîn Efendinin duâsı ilegöz ağrısından kurtuldu. Bu hâdiseden sonra ona son derece bağlı vehürmetli, edepli oldu. Hattâ meclislerde, toplantılarda ve vâzlarındansonra; Tokatlı Mehmed Emîn Efendimiz cennetliktir. Onun ayağının tozutoprağı olayım. der, böylece ona olan inancını ve sevgisini dilegetirirdi.

ASIL MAKSAD

Mehmed Emîn Efendi, talebelerinden birineyazdığı bir mektupta şöyle buyurdu:

Bu âleme niçin gelindiğini, asılmaksadın Allahü teâlâya kulluk olduğunu bilmelidir. Can bedende ikenmârifetullahı isteyip, dünyâ ve âhiret seâdetine mazhar olmalıdır.

Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu vediğer şeylerin dostu çoktur. Allah dostu, İksir-i âzam (her derde devâ)gibi nâdir bulunan çok kıymetli bir şeydir.

Bir nefesde iki nîmet vardır. Bunun içinher nefese iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatte, her saate bin nefesve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Birinsan bütün işlerini bıraksa, şükür şükür diyerek Allahü teâlâya hamdve şükretse yine şükrün hakkını edâ edemez. Mâlûm oldu ki, Allahüteâlâya şükrün binde birini edâ edemez.

NECİP FAZIL KISAKÜREK'İN AYASOFYA MİTİNGİ



NECİP FAZIL KISAKÜREK'İN AYASOFYA MİTİNGİ
AYASOFYA

1965'de M.T.T.B.'de...

Gençler!..

Ayasofya üzerinde çok lâf ettik! Ama lâfta bile onu tasarruf edebilmiş, mülkiyetimiz altına alabilmiş değiliz!

Bana öyle geliyor ki, yalnız mânayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya'nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra herşey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.

Biz kimden, neyi istiyoruz.

Yemen'den Viyana'ya Fas'tan Kafkasya'ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde... Evet, böyle bir zemin üzerinde... Atalarımızın... Ata derken halimize bakıp başımızı doğduğumuz nur insanların... Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini... 700 bin kilometre kareye indikten ve bu hâlin ismine millî kurtuluş dedikten sonra... Evet, bütün bunlardan sonra... Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?

İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.

Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur.

"- Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?"

Derler böyle insanlara ve milletlere!..

Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin ve sonra ikinci bir başla onu seyretmenin, kısaca ulvî nefs muhasebesine girişmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki, bizi, şiltesi üç kıt'ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de:

"- İşte sana lâyık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!"

Dediler.

Bu bakımdan Ayasofya... Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?

Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris'in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız...

Ayasofya budur!

129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya'yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.

Frenk kelimesinden gelen "frengi" ismine dikkat ediniz! Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, "frengi" mefhumunun tâ kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler... !> Şimdi buradan saffet devrimize geçelim. Şairin;


Şâyestedir denilse,
Âlem senin mezarın...

Dedikten sonra:


Hâlâ gelir zeminden
Tekbir-i zâr-ü-zârin...


Diye belirtmeğe çalıştığı; dâva ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar'ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve (aksiyon) adamı Fatih, İstanbul'u fethedip onun kalbi Ayasofya'da namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransa'da kırılıp Viyana'da tekrar Batıyı dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti.

Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir; onu İslâm kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed'dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamıyanlardadır. Fatih'e düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî Sultan Süleyman gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam (aksiyon) akışında en büyük hız payı, yine Fatih'indir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud gibi şeyhülislâm, Sokullu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatih'in, hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzüsuyu hürmetine yetişmiş büyükler...

Târihimizde, Fatih'ten başka her hükümdarın (aksiyomu, isterse vatana eklediği toprak Fatih'inkinden bin misli fazla olsun, ulvî kemâl ve noksansızlık mânasına, tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatih'dedir ki, kendi zaman ve mekânına göre, dâva hedefini, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde buluyoruz.

İşte bütün bunları (sembolize) eden, remzlendiren de cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya...

Salibin ağırlığından kurtarılıp hilâlin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece Yirminci Asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu onunla gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştiren eski Bizans eseri ve artık yeni tekbir yuvası tarihi kubbe...

Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mâna, yalnız mâna...

İstanbul'daki Süleymaniye, Edirne'deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma'daki (Sen Piyer) ve Paris'teki (Notrdam), bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hattâ gayelerine bağlı mâna kıymeti olarak, Ayasofya'nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan herbiri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eser... Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki, ne madde, ne de tek taraflı mâna ölçüsüyle ona varmak kabil... Ayasofya, bir mânanın, zıd mânaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesi...

Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi; ve Ayasofya'yı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.

Târihimizde daha nice zapt ve fetih hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, hâs isim olarak Fatih değil?..

İmdi:

Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, (İmperyum Romanum)dan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk'ü binbir tarihî saik yüzünden çüceleştiriyorlar, 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih'in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor; Ayasofya Türk'ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk'lerin eliyle mânasından koparılıyor, duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur bir müze, yani içinde İslâmiyetin gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor. Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mânanın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk'ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, "buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!" diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofya'nın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden traş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldürüp yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâket...

Böylece, Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya'nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar...

Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?..

Ayasofya'nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.

Allah diyen bu millet mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır. Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına takdim edilen hediye kutusu üzerindeki fiyonklu kordelâdır. Topyekûn şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs dâvası!.. O kadar Batılılaştığımızı, uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batının bize muamelesine dikkat etmiyor muyuz? Bizim, kendimizi, kendisinden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor. O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı asla benimsemiyor; ve ismini taşıdığı (Greko-Lâtin) medeniyetinin piçleşmiş uzvunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her ân tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord (Baynn)ın Türklere karşı Yunan istiklâl çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hâlâ selâmeti, Türk'ün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özenişinde arıyor.

Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.

Bütün bu mânalar Ayasofya'ya bağlı... Daha neler ve neler!.. Türk İstiklâl Savaşı'nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.

Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve târihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için kapanıyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için... Şahsiyetsizliğin ceremesi... Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Han'a hürmet ediyordu. Almanya imparatoru (Vilhelm) siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens (Bismark) tam bir Abdülhamid düşmanı olduğu halde, onu, asrın en büyük siyaset dehası diye gösteriyordu. Eğer Abdülhamid'e, Ayasofya'yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi. İnkarcı (Volter)in Allah'ın Sevgilisine ait piyesini Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bunun harp sebebi olacağını Fransa hükümeti'nin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han'dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhümid Han ki, bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara Ayasofya'dan bahsettirmek yerine (Akropol) önünde ordugâh kurmakla cezalandırmıştı. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarı'nın hayali, İstiklâl Savaşı'ndaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde dikilip duruyor da, bizde, onun iki gözünü birden çıkaracak (enerji)den eser görünmüyor.

Sebep?

Çünkü Ayasofya'nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mâna, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya bağlı...

Ayasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara "artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!

Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...

Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...

Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.

Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!

22 Ekim 2009 Perşembe

Beytullahta Ben .........



Mescid-i Haram da dokuz minare
diyorki:bendedir gaflete çare
bir günde beşkere yürek bin pare
ezanler dinledim beytullahta ben

bir zaman derdim ki:Ya Rabbi neden
bir daha istiyor bir kere giden?
meğer bilemezmiş insan gitmeden
aldım cevabımı beytullahta ben

gördüm ki bu dünya bir oyalanma
halime bakıpta mutluyum sanma
bedenim Kabe'den uzakta amma
gönlümü bıraktım beytullahta ben

SENİ YAŞIYORUM



Acılar biriktiriyorum masum avuçlu çocukların yüreklerinde!
Şehre dar gelen bir hayalin tam ortasında kederler

An geliyor bir ülkeye bölünüyor yüreğim ve an geliyor dünya oluyor acımasızlığım yamacında yüreğim

Saklı düşlerimin o en kayıp adreslerinde bir masala dönüyor
Zamansızlığıma sığdıramadığım derin acılar saklı şimdi kimliksiz düşlerimde!
Ben bir şehre çekip giderken bir ülkeye dönüyor yüreğim
Ben şehir ve ülke iki bağımsız hayal atlası ve otam ortasında

Bütün terkedişlerime bir kandil yakıyorum gecenin sustuğu bu anda!
bütün hayal kırıklıkları bütün sıradanlıklar ve bütün mavi olmayan aşklar birer birer kapı çalıp çekip gidiyorlar

Oysa bir yıldız sararken gamlı düşlerime ve kelimeleri hüznün rengine boyarken ardımda yaşayamaycağım her şey bir uçurum olup çıkıyor karşıma!

Zamanı karalıyorum silikleşen yazılarımın içinde ve göğün karanlığına hicran yazıyorum siz sabaha soyunup uyurken bense
adıni bile bilmediğim bütün sözlerin esaretini yaşıyorum

Bütün savunmasız korkularımın cesur bir savaşçısıyım sanki şuan

Sana müptelayım



ben yazan kalemine kağıt olarak müptelayım

ben yüreğinin gizemli sırlarına müptelayım

ben ilkbaharlarda açan gül yaprağına müptelayım

ben her sabah pencereme düşen aydınlığına müptelayım

ben senin ey yar deyişine, sözlerinin devrimine

ben beni anlayışına, sözlerinle tarif edişine

duygularınla gönül yağmurları yağdırmana

türkülerin bestelerinde,sözlerinde adını yazışıma

okuduğun her nağmede,yazdığım her harfte özlemime

harflere her dokunuşunda, gözlerindeki ışıltıya

ben sana her nefeste koşmaya müptelayım ey yar

YÜREĞİM YANGINLARDA, RUHUM SANA HASRET EY YAR


Yüreğim yangınlarda ruhum sana hasret ey yar.. düşlerini ne süsler bilinmeyen vakitlerde bilemem.

Bir kıvılcımdı oysa ki rüzgarından önce içimdeki yangın, şimdi büyüdü sardı benliğimi..
Esmemeliydin bu kadar özgürcesine yüreğime... sen estikçe fırtınaya dönüyor ey yar
En deli yangınların başlangıcı olmamalıydın.. bunca hasretinden sonra.. hasretin okyanuslar gibi çoşmamlıydı ey yar...

Hiç bilmezdim özlemlerin bu kadar tatlı bu kadar masum ve ateşli olduğunu... yakıp kor edeceğini ey yar

Nasıl estin, nasıl dağıttın bütün kıvılcımları yüreğimin her köşesine ey yar...deli rüzgarım, esmemeliydin hasret kokulum..

En deli esintileirn ile yakmamalıydın yüreğimi... yüreğim şimdi yangınlarda delice ey ayr... pervane gibi dönüyorum mum ateşinin çevresinde ey yar...

Saniyeler kadar yakınımdasın, yüreğimin en yangınlı atışısın damarlarıma yayılan kanın sıcaklığısın sen ey yar...
Yüreğim senin yangınlarında ruhum zaten sana hasret... ben yusuf misaliyim ey yar sensiz çöllerdeki kuyularda, yüreğim saray zindanlarında ey yar...


YÜREĞİM YANGINLARDA, RUHUM SANA HASRET EY YAR...!

20 Ekim 2009 Salı

KABUL ET YÂR ALLAHIM



KABUL ET YÂR ALLAHIM

Her yürek atışında adını zikrederek
Aydınlığa yol budur düşünüp fikrederek
Gelen her şey sendendir deyip de şükrederek
Elim sana açılmış, kabul et yâr Allahım.

Gönlüm senden vazgeçmez ömrümün içindesin
Sevdan bende büyüktür El-Furkân biçimdesin
Ruhum sana yönelmiş en ince sicimdesin
Elim sana açılmış, kabul et yâr Allahım.

Haddimi aşar isem beden ahuzârdadır
Huzurum saygım biter var imanım hardadır
Nefsimle barışıksam ol amelim kârdadır
Elim sana açılmış, kabul et yâr Allahım.

Dar gelen bu dünyada kısa ömrüm misafir
Hâşa şirkten korkarım; yoksa olurum kâfir
Kalbim mühürlü sana hâle salmış bir safir
Elim sana açılmış, kabul et yar Allahım.

14 Ekim 2009 Çarşamba

Askinla Kapındayım Kabul Et Allahım...



Günahlarimi tövbelerimle yikamaya geldim,
Kirlendi yüregim iman atesi ile yakmaya geldim,
Geceyi gündüzü biraktim sana geldim,
Askinla kapindayim kabul et Allahim,


Elveda dedim dünyalik beseri asklara,
Sünger çektim günah dolu biraktigim yillara,
Ne olursan ol gel demis Mevlana,
Askinla kapindayim kabul et Allahim,


Kapattim kapilarimi nefsime karsi,
Pismanim af eyle aciz günahkari,
Beyhude yasadim geçen zamani,
Askinla kapindayim kabul et Allahim,

Hoş geldin hudutlarıma…


Bir kere geldin artık.
Bir kere girdin o kapıdan.
Hoş geldin ömrüme, hoş geldin hudutlarıma.
Buralar benim hayatım.
Şu çizgiler alnımdaki, benim hayatımın hudutları.
Aslında uzun zamandır bir sürü hudut karakolu dikip, bir sürü asker koymuştum.
İzin vermiyordum topraklarıma girilmesine.
Sen öyle masum ve sade bir ritimle girdin ki,
”Tamam” dedim, “Buyursun girsin ömrüme..”.

Hoş geldin ömrüme.
Hoş geldin hudutlarıma…
Hoş geldin yağmuruma…
Hoş geldin hayatıma…
Hoş geldin dünyama…

Gelip alsana bende ki seni..


Git...
Benden uzak bir yere git...
Acı veremeyeceğin , acı çekemeyeceğim bir yere...

Git...
Git ki bitsin bu işkence...
Biteceğini de sanmıyorum ya neyse...
Ben mi gitmeliyim yoksa...
Senden az , sensizlikten çok alıp yanıma...

Bir başka şehire mesela...

Var mıdır senin olmadığın bir şehir...
Var mıdır seni hatırlatmayacak bir an...
Sanmam...
Sen içimde oldukça sensizlik olsa her yanım neye yarar bu çabam...
Gönül istemezse nasıl unutur insan?...
Önce yüreğimden çıkarmalıyım seni...

Yok olmuyor... Gitmiyorsun işte...
İçime işleyip damarlarımda dolaşmaya başlamışsın bile...
Nefesim olmuşsun kaybedemem ki seni göz göre göre...
Beynim git dedikçe yüreğime yerleşiyorsun sanki...
Çözülmüyor ki şu beyin-yürek bilmecesi...
Dinmiyor yüreğimin yüreğine hasreti...

Gelip alsana bende ki seni..

9 Ekim 2009 Cuma

Güzel Arabca Sözler


إذا لم تعلم أين تذهب , فكل الطرق تفي بالغرض
Nereye gideceğini bilmiyorsan tüm yollar seni götürür
** ** ** **
يوجد دائماً من هو أشقى منك , فابتسم
Gülümse çünkü her zamanda sende daha bahtsız olanlar vardır
** ** ** **
يظل الرجل طفلاً , حتى تموت أمه , فإذا ماتت ، شاخ فجأة
Erkek hep bebek kalır ta ki annesi ölünceye kadar...annesi ölünce hemen ihtiyarlar
** ** ** **
عندما تحب عدوك , يحس بتفاهته
Düşmanını sevince önemsizliğini anlar
** ** ** **
إذا طعنت من الخلف , فاعلم أنك في المقدمة
Eğer arkadan bıçaklanırsan bil en öndesin
** ** ** **
الكلام اللين يغلب الحق البين
Yumuşak söz açık ve net olan hakı yener
(Türkiye'deki karşılığı: Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır)
** ** ** **
كلنا كالقمر .. له جانب مظلم
Hepimiz ay gibiyiz...hep bir karanlığı yanımız vardır
** ** ** **
لا تتحدى إنساناً ليس لديه ما يخسره
Kaybedecek bişeyi olmayan kimseye meydan okuma
** ** ** **
العين التي لا تبكي , لا تبصر في الواقع شيئاً
Ağlamayan göz aslında bir şey görümüyor
** ** ** **
المهزوم إذا ابتسم , افقد المنتصر لذة الفوز
Yenilenin gülümsemesi yenene kazanma sarhoşluğunu yittirir
** ** ** **
لا خير في يمنى بغير يسار
Solu olmayan sağda hayır yoktur
** ** ** **
الجزع عند المصيبة , مصيبة أخرى
Musibette pes etmek başka bir musibettir
** ** ** **
الابتسامة كلمة معروفه من غير حروف
Gülümseme harfsız kelimedir
** ** ** **
اعمل على أن يحبك الناس عندما تغادر منصبك , كما يحبونك عندما تتسلمه
Öyle çalış ki koltuğunu bıraktığında insanlar o seni koltuğa geldiğin gün sevdikleri gibi sevsinler
** ** ** **
لا تطعن في ذوق زوجتك , فقد اختارتك أولا
Eşinin zevkeni eleştirme, ilk o seni seçti.
*** **** **
يُنْبِئُ عَنْ عَقْلِ كُلِّ أمْرِئٍ ما يَنِْطقُ بِهِ لِسانُهُ
İnsanın diliyle söylediği şeyler, aklından haber verir..
***** ***** *****
ـ إنَّ فِي الْخُمُولِ لَراحَةً/ 3375.
Adsız-sansız kalmakta şüphesiz rahatlık vardır.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Ey Yücelerden Yüce Rabbim!


Ey Yücelerden Yüce Rabbim! Bütün mal ve mansıp sahipleri kapılarını sürmelediler. Sen’in yüce dergahının kapısı ise asla kapanmaz ve dilekte bulunanlara her zaman açıktır.

Ya Rabbî, Ya İlahî! Yıldızlar gaybûbet âlemine, gözler de uykuya daldılar. Sen ise, ey Rabbim, Hayy’sın, Kayyûm’sun; uykudan, uyuklamadan sonsuz defa münezzeh ve müberrâsın.

Ya Rab! Gece, karanlığıyla mevcûdâtın üzerini örtünce döşekler de seriliverdi ve sevenler sevdikleriyle başbaşa kaldılar. Sen, Sen’in yolunda, Sana ulaşma istikametinde cehd ü gayret içinde bulunanların biricik sevgilisi, (benim gibi) yalnızlık gurbetine maruz kalanların da yegane enîsisin!

Ya İlâhî! Ulu dergâhına sığınan bu kimsesiz kulunu kapından kovacak olursan ben gidip hangi kapıya iltica edebilirim ki! İlâhî! Yakınlığından mahrum edersen beni, o zaman ben kimin yakınlığını umabilirim ki! İlâhî! Şayet Sen bana azap etmeyi murad buyurursan, ben biliyorum ki, cezalandırılmaya fazlasıyla müstehakım! Fakat affınla sarıp sarmalarsan, o da Sen’in lütfun ve keremindir.

Ya Seyyidî, ya İlâhî! Marifet erbabı kulların Sen’i bulduklarında Sen’den başka ne varsa hepsinden yüz çevirmişlerdir. Salih kulların Sen’in fazlınla necâta ermişlerdir. Taksîratı pek çok günahkarlar da “Tevbe, ya Rabbi!” deyip yine Senin kapına yönelmişlerdir.

Ey affı güzel Rabbim! Ne olur, affının serinliğini ve marifetinin halâvetini benim ruhuma da duyur ve beni onlarla doyur! Her ne kadar ben bunlara lâyık olmasam bile, haşyetle önünde iki büklüm olup ikâbından sakınılmaya lâyık olan da, mücrimlerin günahlarını bağışlama şanına yaraşan da yalnız Sen’sin!

'' Allahım! Sen Affedicisin, Affı da Seversin, Beni Affet! ''


Kusurlarımı ve affına olan ihtiyacımı huzurunda bir kez daha itiraf ediyorum ey Rabbülâlemîn!

Nefsine zulmetmiş bir zavallı olarak kapının tokmağına dokunuyorum ey zulmedenlerin bile rahmetini umduğu Rabbim!

Çok cürümler işledim; acınacak bir halim var. Ben de yüce divanında yere kapaklanıyor, boynumu büküyorum.

Yüce Mevlâm! Merhametini esirgeme n’olur! Ben günahkarım, Sense bağışlayansın! Günahkar kulları Senden başka kim bağışlayabilir?!

Mevlâm, Mevlâm! Sen yüceler yücesi yegane Rabbsın, bense zavallı bir abdim! Abdine Rabbinden başka kim merhamet edebilir?!

Mevlâm, Mevlâm! Sen her şeyin sahibi olan Mâlik-i Hakîkîsin; bense Senin nihayetsiz mülkünde zavallı bir köleyim! Bir köleye onun Sahibinden başka kim şefkat gösterebilir?!

Mevlâm, Yüce Mevlâm! Azîz olan Sensin, bense zelîlim. Zelîlleri düştükleri zilletten Azîz olandan başka kim çıkarabilir?!

Mevlâm, Mevlâm! Gerçek güç ve kuvvetin hakikî sahibi Sensin. Bense pek zayıf ve güçsüzüm. Zayıf ve güçsüzlere, Güç ve Kuvvet Sahibinden başka kim inayet edebilir?!

Rabbim! Merhameti sonsuz Rabbim! Onu yoldan çıkaran kirli arzulardan, mülevves düşüncelerden de ‘of!’ ediyorum!

Ayaklarımın kaymasına, kalbimin kararmasına, düşüncelerimin bulanmasına karşı Senin inayet ve sıyanetini dileniyorum.

Ya Rabbî! Günahlarım, cürümlerim, hatalarım olsa da ben Senin kulunum. Ey sevdiklerini Cehennem azabından koruyan Rahman ü Rahîm! Ateşe düşmekten beni de koru!

Allahım! Şayet merhametinle muamelede bulunup beni affedecek olursan, o Senin şanındandır ve Sana da o yaraşır. Yok eğer azap edecek olursan ben de ona fazlasıyla layık ve müstehakım. Öyle olsam da Senin beni affedeceğine olan inancım katî, ümîdim de tamdır; zira Sen düşenlerin günahlarını bağışlama şanına en çok yaraşan yegane Zat’sın. Bu kıtmir kulunu da bağışla ey Merhametlilerin En Merhametlisi ve ey Yardım Edenlerin En Hayırlısı!

Allah yeter ve O’ndan güzel vekîl de yoktur. O’nun dostluğu da bambaşka yardımı da bambaşkadır.

Yüce Rabbim! İnsanların en hayırlısı olan Habîbin Hazreti Muhammed’e, âline ve ashabına salât ü selam ederek bu dileklerimi gerçekleştirmeni Senden niyaz ediyorum! Lütfen beni ulu dergahının kapısından geri boş

RAB'BİN sana ne darıldı ne de seni bıraktı..



Diyelim başınıza istemediğiniz bir olay geldi.

Yıkık, perişansınız. Kimse ile görüşmek istemiyorsunuz.

Çoğunluk size küsmüş gibi. Yalnızsınız.

Herkes benden uzak, herkes bana kırgın

düşüncesi içinde çöküntü yaşıyorsunuz.

Yalnızlığınızın karanlık mağarasına şu ayet bir güneş gibi doğuyor:

“Rabbin sana ne darıldı, ne de seni bıraktı”(Duha-3)

Kim kırılırsa kırılsın, kim darılırsa darılsın, kim terk ederse etsin.

Rabbim terk etmiyor, kırılmıyor ya,

ne gam! .. Bu ne büyük ferahlık değil mi? ..


Başınızda ağır bir dert var. Sanki hiç bitmeyecek gibi geliyor.

Sanki bu sorun hayatınızın sonunu hazırlıyor gibi.

İşte o an ayet yetişiyor imdada:

“Demek ki, zorluğun yanında bir kolaylık mutlaka var! Zorluğun yanında bir

kolaylık muhakkak var! ” (İnşirah-5/6)

Garantiyi veren ALLAH! ..

Hem de ne garanti, her zorlukla beraber bir de kolaylık geleceği

“mutlaka” ifadesi ile pekiştirilip ikna olalım diye iki kere tekrarlanıyor.

Ayet; kolaylığın zorluk içinde saklı olduğunu,

çözümün sorunda gizli olduğunu da fısıldıyor.

Bu manayı duymuş olan Niyazi Mısri(k.s) şöyle demiş:

“Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş”


Maddi sıkıntınız hat safhada. Yoksul düştüğünüzü hissediyorsunuz.

İflas ettiniz.. Sıfırı tükettiniz yani.

Nasıl ayağa kalkarım düşüncesi içinde boğulurken ayet size yeni bir ümit

veriyor:

“Eğer yoksulluktan korkarsanız, ALLAH dilerse lütfuyla sizi zengin kılar.

Şüphesiz ALLAH hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe-28 )

Bir yakınınız ölümcül hastalıkla yatağa düştü.

Doktorlar fazlaca ümit vermiyorlar.

Çoğu kere Onu nasıl teselli edeceğinizi dahi bilemiyorsunuz.

Gerçek ortada iken moral vermeye çalışmak sanki sahte davranmak gibi

geliyor size.

Ciddi bir delil olmalı ki hastanıza siz de inanarak moral verebilesiniz.

Eyyub Nebi var Kur’an’da...

Hastalıkların, dertlerin en ağırına müptela olmuş ama sıhhate kavuşmuş.

Onun hali size dayanak oluyor:

Kulumuz Eyyub u da an, o zaman Rabbine şöyle nida etmişti:

“Bak bana, meşekkat ve acı ile şeytan dokundu! Ve ona, bütün

ailesini ve beraberlerinde bir misli daha tarafımızdan bir rahmet

olarak bahşettik ki, temiz akıllılar için bir ibret olsun. (Sa’d-41/43)

Ama yine de bazı şeyleri yediremiyorsunuz kendinize.

Bir tutamak arıyorsunuz. Ayet el veriyor size:

“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa o, hakkınızda

hayırlıdır. Olur ki, siz bir şeyi seversiniz; ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır.

ALLAH bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara-216)

Rabbimiz ALLAH, Rasülümüz Muhammed(s.a.v) ,

Kitabımız Kur’an, Yolumuz Sırat-ı Müstakim! .. Bizden bahtiyarı yok dünyada!

Her ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın zafer ve başarı bizim.

Bunu da kafadan söylemiyoruz, Kur’an konuşuyor:

Vel Akıbetü lil Müttakin (Kasas-83): Akıbet (hayırlı son, güzel sonuç)

Müttakiler (takvayı kuşananlar, korunanlar, inanca sarılanlar) içindir! ..

Öyle çaresizim ki Rabbim,


Öyle çaresizim ki Rabbim,
çarelere ermiyor aklım…
Bir yüzüm solgunken, isyankar öbür yanım…
Öğütleri masal gibi dinliyorum…
Nasihatler ninni misali geliyor,

başımı sallıyorum… sanki anlamış gibi…
Beni takipte ızdırap… Peşimden gelir kabuslar…
Kimsem yokmuş şu dünyada senden başka!..

Merhametine uzatıyorum ellerimi…
Senin rahmetinle yıkamak istiyorum kirli tövbelerimi…
Dizginle çılgınlıklarımı… affet günahlarımı…

Ey affetmeyi seven Rabbim, sil göz yaşlarımı…

KAÇ ROMANA KONUYDUN SEN...


KAÇ ROMANA KONUYDUN...

Kaç romana konuydun, kaç şair yazdı seni
Bazen ise anlatan dertli bir saz dı seni
Kerem Aslı''ya yandı, Mecnun düştü çöllere
Ferhat Şirin''i için dağlara kazdı seni


Aşk bazen bir bakışa, bir gülüşe kanmaktır
Sevgilinin adını her saniye anmaktır
Eğer onu kısaca tarif etmek gerekse
Ağustosta üşümek, kış ortası yanmaktır

Ben üşüyorum



Üşürken düşünmüyorum aslında
Düşünmekten korkuyorum
Yalnız yaşamıyorum
Yalnızlığı oynuyorum
Çekilip bir kenara kendimi dinliyorum
Dinlemeye birazda zorluyorum
Evet ben düşünmüyor üşüyorum

6 Ekim 2009 Salı

Senin Affına Sarılıyorum..................


Ey ihsanı bol Allah'ım.
Sana hamd ederim.
Ey yegâne mabud, senin önünde eğilirim.
Yücesin.
Kullarından dilediğine sonsuz nimetler verirsin.
Dilediğini hüsrana duçar edersin.

Ey Yaradın'ım, Sana sığınırım.
Varlık ve darlık zamanında Sana müracaat ederim.
Her an sana yalvarırım.
Gerçi günahlarım çok, fakat senin affın ondan daha büyüktür.
Ümitsizliğe sebep yok.
Eğer sen de beni kapıdan kovarsan, kime sığınırım?
Kimden medet beklerim?
Bana başka kim şefaatçi olur?

Ya Rab!
Halimi görüyorsun, yoksulluğumu biliyorsun.
Gizli niyetimi biliyorsun.
Beni, senden ümit kesenlere katma, kusuruma bakma.
Daha fazla bekletme.
Ümitsizliğe atma.
Rahmetine güvenim tamdır, gönlümdeki aşk ateşini yandır.
Beni muhabbetine kandır.
Sevgini eksik etme.
Senin azametin önünde boyun eğdim, dize geldim, secdeye kapandım.
Beni gufranına boğ, azabından esirge.

Allahım dünyadan sıyrılıp huzuruna gelirken beni, kelime-i tevhidden ayırma.
Senin narın da hoş, nuhun da hoştur.
Senin rahmetinden ümit kesmek ne boştur.
Mal ve oğulların fayda vermediği korkunç günde, senin affına nail olmak isterim.
Bana affın yeter, lütfünü göster.
Sen bana yol gösterirsen hiçbir vakit yolumu şaşırmam.
Sen yol göstermezsen, dalâlette kalırım.
Eğer senin affın yalnızca iyilere mahsus ise, ya kötülerin bağışlayacası kim olacak?
Herkesin ilahı sensin.
Ben ümmetin en müttakisi olmadımsa, şeriri de sayılmam.
Senin affına sarılıyorum.
İtiraf ederim, günahım büyük, fakat senin affın ondan daha büyüktür.
Senin lütfuna hatırlayınca, kalbime teselli doluyor, günahlarımı düşündükçe gözlerinden yaş dökülüyor.
Sen, şânına lâyık olanı yap, beni affet.
Beni, senin fazl ü kereminden, lütfundan başka bir yere başvurmayacak bir tiynetle yarattın.
Ne umarsam senden umarım.
En büyük endişem şudur:
Beni sen de kapından kovarsan, eli boş çevirirsen, halim nice olur?

Allahım
Görüyorsun, gafiller uykuda.
Ben ise gece karanlığında el açıp sana niyaz ediyorum.
Ey insanlara doğru yolu göstermek için peygamber gönderen Allah!
Resul-i Hâşimi hürmetine, seni tesbih eden, takdis eyleyen hayırlı ümmet aşkına;
bizi imandan, İslamdan, kurandan, sırat-ı müstakimden ayırma.
Müslüman olarak haşret.
Korktuklarımızdan emin eyle, umduklarımıza nâil eyle.
Resulünden şefaat umarım.
Beni ondan mahrum etme.
Bizleri, beş büyük ahiret bayramı ile müşerref kıl.
Ahir ve akıbetlerimizi hayreyle.
Senden afv ü mağrifet dilerim.
Beni boş çevirme
Âmin.

Allah Kabul Etmeyecegi Duayı Bize Ettirmez!


Duayla ilgili ayet ve hadisler

1."Eğer kulum, bana ellerini kaldırır da dua ederse, ben o elleri boş olarak geri çevirmekten hayâ ederim."

2.Ben, kulumun zannı üzereyim. Artık dilediği gibi düşünsün!.." Yani siz dua ederken, o duanızın kesinlikle kabul göreceğini düşünürseniz, biliniz ki mutlaka isteğiniz meydana gelecektir!..

3."Bir şeyi istemek, ona nâil olmak demektir; Zirâ Allâhu Teâlâ kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez." DUA’nın ısrarla devamına müsaade olunması, o duaya icabet edileceğinin de göstergesidir. Zirâ, Allâh, kabul etmeyeceği DUA’ya ısrarla devam şansı tanımaz.
Kişi, bir konudaki DUAsında ısrarlı değilse, o DUA'nın yerine gelme şansı da son derece düşüktür.DUA'da en önemli yardımcı faktörlerden biri de istenilen şey hususunda ısrarlı olmaktır. Herhangi bir konuda bir iki defa dua edip arkasını bırakmak son derece yanlıştır.

4."Allah istemedikçe siz isteyemezsiniz !." - Peki, biz dua ettiğimiz zaman, kabul olur mu?.. Yani, sizde ortaya çıkan bu istek, gerçekte Allâh istemiş olduğu için sizde ortaya çıkmaktadır!.. Eğer, Allâh istememiş olsaydı, siz dahi o şeyi isteyemezdiniz.

5.Ulu Allah (C.C) söyle buyurur: "Basina bir bela geldigi zaman bana siginan kulun, daha o hic bir istekte bulunmadan, diledigi yerine getirir ve daha yalvarmadan duasini kabul ederim. buna karsilik basina bir bela geldigi zaman bana degilde varliklardan birine siginan kulun yüzüne bütün gökyüzü kapilarini kitlerim." demistir.

6.Dahhak der ki: "her kirk gecede bir basina ya bir bela ya bir keder veya bir musibet gelmeyen kimsenin hesabina, Allah (C.C) katinda hic bir hayir yazilmaz"

7.Hazreti Rasûl aleyhi's-selâm buyuruyor:"Herhangi bir kul, koltuğunun altı görülecek şekilde ellerini kaldırır ve Allâh'dan bir dilekte bulunursa; acele etmediği takdirde kesinlikle duasına icabet edilir.- Acele nasıl olur yâ Resûlallah?..- Dua ettim ettim, kabul olmadı, der"(de vazgeçer)… işte bu yanlıştır; dua yerine gelene kadar ısrar etmek gerekir."Hazreti Rasûl aleyhi's-selâm, "şeksiz - şüphesiz, kabûl olacağından emin olunarak" DUA edilmesini tavsiye etmiştir.

8.Ayrıca, DUA konusunda, ŞEYTAN vasfıyla bilinen CİNLER'in insana çok yanlış fikirler telkini de sözkonusudur; ki, bu da insanı bu çok etkili silâhı kullanmaktan mahrum bırakır.Tam içinizden DUA etmek gelmişken, ŞEYTAN ismiyle, şeytaniyet vasıfları dolayısıyla lâkablanmış olan CİNLER, hemen bir vesvese verirler.
"Aman canım niye dua edeyim, nasıl olsa kaderde varsa olur!"

DUA etsem de etmesem de iş olacağına varır, ne diye DUA edeyim."

Ve, böylece siz, DUA etmekten vazgeçip; en güçlü SİLAH olan DUAdan mahrum kalırsınız. DUA'dan mahrum kalmak, DUA etmemek suretiyle de nelerden mahrum kaldığınızı asla hayâl bile edemezsiniz.İşte bu yüzdendir ki, Hazret-i Rasûlullah aleyhi's-selâm bakın bize ne tavsiye ediyor:

"Nalınınızın tasmasına, koyununuzun otuna kadar her şeyi Allâh'tan isteyiniz.."
"Allâh'ın fazlı kereminden isteyiniz, çünki istenilmesinden hoşlanır.'
"Şüphesiz ki Allâh, ısrarla DUA eden kullarını çok sever'
"Hassas olduğunuz saatlerde DUA etmeyi ganimet biliniz. Çünkü bu hâl rahmet saatinin hâlidir".

alıntıdır......

NE olur AFFeyle!


Biliyorum, güllerden geçer sana giden yolları Yakarışlarla, dualarla, tahiyyatlarla bezenir.

Ey rahmetiyle kalpleri evirip çeviren, Sana kalbimi getirdim.
Ey kalpleri nuruyla sarıp okşayan! Onulmaz yaralarla kan-revan kalbim avuçlarımda, kapına geldim.

'Selam olsun ömür seccadesini gönül dergahına serenlere' diyebilmeyi ne çok isterdim, ama biliyorum ne yüzüm var nede hakkim.

Öğrendim ki dua, aşığın maşuğuna bir haber salmasıdır; gözyaşlarıyla yazılmış bir mektubu. Ve bir bekleyiştir, iştiyakla, korkuyla, ümitle bekleyiş.

İste, zaman her saniyesini balyozlamaktayken ömrün, verilmemiş hesapların korkusuyla, titreyen yüreklerimizin bir lahza umut adına geldik kapına Ah gelebildik mi, bir haber var mi affına dair?

Acziyetimi alarak koynuma, bir dervis hırkasıyla, sevgili Eyyüb' unun sabrını yüklenerek gelebilmek isterdim kapına!


Ey gökyüzünü kudretiyle sürmeleyen!
Rahmetini serp, taşlaşan gönüllere Ey Rabbim!
Sanadır münacatım, yalnız Sana olsun aşkım lütfeyle!

Bir avuç ateş böceği uçuver ne olur zifiri yüreklerimize.
Kararan günlerimize, gecelerimize.
Ve ne olursan ol gel diyen aşıkların hürmetine, ne olur affeyle!

Ben pişmanım! .. Ben pişmanım! ..


Seni aradım durdum gönüllerin yalnızlığında çöllerinin, menzilsiz yollarında ve bir katre rahmetine muhtaç toprağında. Ah perde, ah şah damarım! Sefkâtinin gölgesine sığınıyorum Ya Rabbim!

Hiçliğin zerresinden kavrulmaya can attığım demdir. Vedutsun! iltifatına muhtacız Ya Rabbim! Tenezzül buyur kulununu münacatına.

Dua dua açılırmış Sana giden kapılar. Hüzünlü bir sonbahar günü kapında yalvarmaya geldim. Senden korkum nar değil, kaybetme korkusudur. Dostu, en sevgiliyi, sıla-yı rahimi, cananı, canda kaybetme korkusu! Umudumsa rızan: ilahi ente maksudi..

Yüreklerimiz ezik Ya Rabbim! Yüzümüz yerde. Kaldırıp başımızı sonsuzluğa bakmaya yüzümüz yok! Layık olamadık. Pişmanlığın dehlizlerinde boğuluyorken ağlayamadık, derinden sessizce Zayıf irademizle, alaca karanlık yüreklerimizle bir damla gözyaşı getirebilseydik yürekten, ihlas adına. Biliyorum pişmanlıklara delil kabul ederdin
Yüreğin zayıf noktalarında mahkum oldum nefsimize. Ya Rabbim! Çıkar kelepçelerini o aleyhillanenin çıkar ne olur, dostlarının hatırına.

Âzad et Ya Rabbim! Şüphelerin oyuncağı olmuş aklin nezarethanesinden. Kutlu sevdanın gül kokusundan doya doya içir sinelerimize diri meyyitler gibi değil, sırat-i müstakim üzerinde günahlardan nurunla yıkanmış olarak yürümeyi nasip eyle.

Şehirler, evler mezar oldu Ya Rabbim! Her evden ceset kokuları yükseliyor semaya. Bedenler değil ruhlar ölü. Bizi nurunla dirilmeyi nasip eyle.

Biz sanemler inşa ettik yüreklerimizde gökdelenler boyu. Biz yeryüzü tanrılarının eteğini öptük. Diz boyu battık çirkefine alemin. Sahte dostları, riyakar aşkları çarparak yüzüne insanlığın, Sana koşmasını nasip eyle.

Tövbe kapılarının ardına değin açıldığı ve meleklerin kanatlarıyla yeryüzüne kapandığı günlerin rahmetinde yüzmekteyken edeb aşkını gönüllerimize nakşet.
İste can pazarında canımızı satmaktayız, bir iltifatın uğruna.

Gülistanında renksiz, kokusuz bir yaprak olmayı çok görme.

Yüce kapında kıtmir olanlardan eyle.

Elimizden, yüreklerimizden katran rengi günahlar dökülüyor.

Duaları semadan çevrilmeyenler hatırına, geceleri nurlarıyla sabahlara çevirenler adına, samimiyeti nakış nakış ömür gergefine isleyenler adına, tövbe ediyor, af diliyoruz dualarımızla Ya Rabbim! ..

Ben pişmanım! .. Ben pişmanım! ..

Utanırım ya Rahman senden ....


Utanırım ya Rahman senin aşkın ile açan ve hoş kokular veren bir gül olamadım. Bir güneş olup doğamadım bir rüzgar olup esemedim.

Melekler Mekanı - Allaha'a yakarış güzel bir dua.. Bütün mahlukat sana itaat ederken aşk ile hu çeker aşk ile döner yunus misali...

Utanırım ya Rahman gaflet uykularımdan utanırım. Sabahlara kadar sana secde eden bir Ebubekir bir Ömer bir Osman olamadım. Onlar gibi Rasule aşık olamadım onunlayken bile hasret kalamadım...

Utanırım ya Rahman eshabı guzinin tövbesinden utanırım. Uzeyr olup harama baktım diye vuramadım kendimi dağlara ağlaya ağlaya AFFET YA RABBİ diyemedim
Utanırım Ya Rahman mümin din kardeşlerim zulm altındayken gidip Ali olamadım. Senin rızan için öldüremedim onları. Ömer gibi hanımını çocuklarını yetim öksüz bırakmak isteyen gelsin diyemedim...

Utanırım Ya Rahman korkamadım yatağa girip uyumaktan Seddad Bin Evs olamadım yataktan kalkıp sabaha kadar secde edemedim.

Ya Rahman ne güzel kulların var ben onlardan olamadım. Simdi ağlıyorum sessizce. Sanki oturduğum yerde ölümümü bekliyorum. Yok misali yasıyorum.. Her vasıtaya bindik fanide simdi sıra tabut denen cansız ata binmekte...

Şehadettir arzuhalım nasib edermisin Ya Rahman cennette cemalinle şereflendirirmisin bu acizi.

RAHMETIMDEN GAZABIMDAN USTUNDUR buyurmuşsun.

Rahmetinle muamele eyle bizlere biz aciz kullarınız.

Öylesine bir ölüm nasip eyleki Azrail (as) geldiğinde hoş gelsin ve geldiğinde o görevini yerine getirmeden sen bizlerden Razı ol İnşaALLAH...
aminn

GECELER



Hayaller kurarak,ağladım işte
Bana yalan oldu,sensiz GECELER
Adını dilimde,söyledim yine
Geçmek bilmez oldu.sensiz GECELER

Ne acıdır,hayallere aldanmak
Çok zaman ağlattı,beni,GECELER
İsterdim güzelim,yanında olmak
Seni benden çaldı,çaldı GECELER

Birtanem,göz yaşım,akarken sensiz
Sensiz bana güldü, güldü GECELER
Seni bana vermeyince,nurtanem
Benim için zindan oldu,GECELER

GEL NE OLUR




Sensizliğe isyanı, başlatan gözlerimden
Dökülen yaşlarımı, silmek için gel n’olur.
Sabır taşı olsaydı, inan çoktan çatlardı
Hasretinden ne çektim, bilmek için gel n’olur…

Sonsuz mu bu geceler, neden geçmez bilemem
Çektiğim ızdırabı, düşmanıma dilemem.
İmkanı yok bir tanem, artık sensiz gülemem
Yüreğimde acıyı, bölmek için gel n’olur…

Geçti koca bir ömür, işte son nefesteyim
Duyarsa gelir diye, hâla o hevesteyim.
Biten ömre yanmamda, senden en son isteğim
Hiç olmazsa namaz'ım, kılmak için gel n’olur…

3 Ekim 2009 Cumartesi

BİR GÜZELE




Tatlı dilli bir güzele vuruldum,
Bu güzellik sanmam olsun kimsede…
Çok güzeller gördüm birden duruldum,
Bu güzellik sanmam olsun kimsede…

Bir bakış var, ceylanları andırır,
Bir gülüş var, sultanları kandırır,
Duru, sönmüş gönülleri yandırır,
Bu güzellik sanmam olsun kimsede…

Bu güzelin kimse bilmez yerini,
Bir kez gören hiç bırakmaz seyrini,
Bin kez geçsen bu dünyanın devrini,
Bu güzellik sanmam olsun kimsede…

SEN VARSIN DİYE......


Varlık içinde yokluk aşkı
sırf varlığınla bu dünyaya
güzellik katan sen
sen varsın diye
sen olmuş dünya bana


keşke herşey varlığına
güzellik katsa senin
yokluğunda varlığına
güzellik kattığın kadar

Özlem dolu içim dışım


Tende canın, canda tenin
Sağı özlem, solu özlem
Aşk yolunda ruh bedenin
Dağı özlem, yolu özlem

Pervanedir kalp canana
Uçar ona yana yana
Gözlerimden yâr bak ona
Koru özlem, külü özlem

Göremezsem nurlu yüzün
Benliğimi kaplar hüzün
Ayrı geçen ömrümüzün
Günü özlem, yılı özlem